Avrupa Birliği’nde iltica yasakları: Devletler nasıl hukuku çiğneyip işin içinden sıyrılıyor?

Yunanistan bu yaz, Kuzey Afrika’dan deniz yoluyla gelenlerin sığınma başvurusunda bulunmasını yasaklamak gibi şaşırtıcı olmasa da radikal bir karar aldı. Konuyla ilgisiz bir kanun tasarısına eklenerek ve tüm muhalefete rağmen meclisten geçirilen değişiklikle, sığınma başvurusu hakkı üç ay askıya alınmakla kalmadı, kişilerin kayıt yapılmaksızın sınırdışı edilmelerine de karar verildi.

Yunanistana ulaşan sığınmacılar

Değişikliğe yargıç sendikaları, barolar, insan hakları örgütleri, sivil toplum kuruluşları, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) ve Avrupa Konseyi’nden sert eleştiriler geldi. 

Yunan hükümeti bu iltica yasağını, ülkenin güneyindeki Girit ve Gavda gibi adalara ulaşanların sayısının artması karşısında kararlılık sergileyen bir önlem diye açıklıyor. 

Yetkililerin en az iki yıldır öngördüğü bu durum, esasen Yunanistan ve Avrupa Birliği’nin (AB) göçü kontrol altına alma sorumluluğunu Avrupa dışındaki ülkelere kaydırma çabasının ters tepmesi üzerine geliştirilen bir iç politika tepkisi. Ülkeye gelişleri durdurmak amacıyla Libya’ya yapılan üst düzey ziyaret sırasında ise AB Göç Komiseri ile Yunanistan Göç Bakanı’nın ülkeyi derhal terk etmeleri istendiğinden diplomatik bir kopuş yaşandı.

Yasak kapsamındaki sığınmacılar tümüyle uygunsuz koşullarda, temel ihtiyaçlara erişimleri olmaksızın, statülerine ve özgürlüklerinden yoksun bırakılma sebeplerine dair kendilerine hiçbir bilgi verilmeksizin ve avukata erişim temin edilmeksizin otomatik olarak gözaltına alınıyor. Yetkililer sığınmacıların koruma taleplerini kayıt altına almayı reddedip, Yemen ve Sudan gibi savaş altındaki ülkelere geri gönderilmeleri talimatı veriyor. Avrupa Birliği ise durumdan haberdar olmasına rağmen hiçbir adım atmıyor. 

Yunanistan’ın yeni iltica yasağı, AB’de geçerli kuralları düpedüz ihlal eden ne ilk ne de son olay. Ancak kıtanın dört bir yanında hükümetlerin mülteci koruma standartlarını açıkça hiçe saydığı, mahkemeleri tanımadığı ve bu tutum karşısında yetkili kurumlardan tepki görmediği bir ortamda bu olay, AB’nin Ortak Avrupa Sığınma Sisteminin (CEAS) ve hukukun üstünlüğü ilkesinin giderek zayıfladığını açık ediyor. 

Kriz istismar edilerek kurallar aşındırılıyor

Zulümden kaçıp sığınma talebinde bulunanlar, Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) içtihadıyla da defalarca teyit edildiği üzere, AB hukuku kapsamındaki temel hukuki korumalardan yararlanıyor. Bu bakımdan üç standart özel önemde. 

Birincisi, devletlerin geri göndermeye (refulman) engel olmak yönünde mutlak bir yükümlülüğü var. Yani kimse işkence ya da kötü muamele riski bulunan bir yere geri gönderilemez. Kişinin sığınma talep etme ve bu talebi sonuçlanana dek güvenli koşullardan yararlanma hakkına hiçbir sınırlama getirilemez (C-823/21 sayılı Komisyon/Macaristan kararı, 22 Haziran 2023, paragraf 43). 

Bu noktada ne mevcut AB kurallarının, ne de geçen yıl Yeni Göç ve Sığınma Paktı kapsamında kabul edilen ve gelecek bir tarihte yürürlüğe girecek olan kuralların iltica sistemlerine erişimin devletler tarafından herhangi bir koşul altında askıya almasına imkan tanımadığını vurgulamak gerek.

İkincisi, CEAS’ın 2013 yılında kabul edilen mevcut versiyonu, her ne kadar öngörülemez ve kaçınılamaz olsa da, AB ülkelerinin iltica başvurularında hatırı sayılır bir artış yaşayacağı durumları halihazırda teslim ederek buna yönelik düzenlemeler içeriyor. Bu husus ABAD’ın yakın tarihli kararlarında (C-97/24 sayılı Çocuk Bakanlığı kararı, 1 Ağustos 2025, paragraf 50) olduğu gibi, daha önceki kararlarında (C-808/18 sayılı Komisyon/Macaristan kararı, 17 Aralık 2020, paragraf 222) da vurgulanıyor.

Son olarak, AB hukukunda devletin belirli olaylara yanıt vermesine imkan sağlayan bazı askıya alma hükümleri mevcut olsa da, ABAD içtihadı bu olaylar bahane edilerek devletlere düşen hukuki yükümlülüklerden tümüyle kaçınmanın mümkün olmadığını önemle belirtiyor (C-97/24 sayılı Çocuk Bakanlığı kararı, 1 Ağustos 2025, paragraf 51-52).

Ne var ki, son dönemde Avrupa’da hükümetlerin yapmaya çalıştığı şey tam olarak bu. Son beş yılda kıta genelinde farklı devletler tarafından, aslında müsaade edilmemesi gereken çeşitli iltica yasakları getirildi:

  • 2020 yılında Yunanistan, Türkiye’den düzensiz yollarla gelen kişilere bir ay iltica başvurusu yasağı uyguladı ve sınırlarına ulaşan geniş insan sayısına işaret ederek “asimetrik tehdit” söylemi üzerinden bu kişilerin derhal sınırdışı edilmesine karar verdi.
  • Aynı yıl Macaristan, Belgrad veya Kiev’deki büyükelçiliklerinden daha evvel giriş izni almayanların iltica başvurusuna erişimini yasaklayan bir “büyükelçilik prosedürü” başlattı. Bu politika, Macaristan’ın daha önce uyguladığı “transit bölge” sisteminin ABAD tarafından AB hukukuna aykırı bulunmasının (C-924/19 sayılı Országos Idegenrendészeti Főigazgatóság Dél-alföldi Regionális Igazgatóság kararı, 14 Mayıs 2020) hemen ardından getirildi. “Büyükelçilik prosedürü” de ABAD tarafından AB hukukuna aykırı bulundu (C-823/21 sayılı Komisyon/Macaristan kararı, 22 Haziran 2023).
  • 2021 yılında PolonyaLitvanya ve Letonya, ülkelerine düzensiz girenlerin iltica talebinde bulunmasını yasaklayan kanunlar çıkarıp, gerekçe olarak da Belarus hükümetinin “araçsallaştırdığı” iddia edilen “kitlesel sığınmacı akını”nı gösterdi. Litvanya mevzuatı ABAD tarafından hukuka aykırı bulundu (C-72/22 PPU sayılı Valstybės sienos apsaugos tarnyba kararı, 30 Haziran 2022)
  • 2024 yılında Finlandiya, sınır görevlilerinin Rusya’dan gelenleri iltica başvurusunda bulunmalarına imkan tanımadan geri çevirmesine izin veren bir yasa çıkardı.
  • 2025 yılında Polonya, Belarus’tan gelenler için iki aylık bir iltica yasağı getirdi.
  • Yine bu yıl Almanya, sınır görevlilerine kara sınırlarının tamamında giriş isteklerini geri çevirme yönünde talimatlar yayınladı; sığınma talep eden kişiler de bu kapsama dahil edildi. Ulusal mahkemeler hiç vakit kaybetmeden bu uygulamanın AB hukukuna aykırı olduğunu saptarkenAvusturya, Lüksemburg ve Polonya bu politikaya sert tepki gösterdi.

Tercih edilen yollar farklı olsa da, iltica yasaklarına başvuran hükümetlerin dayandığı ortak bir varsayım zemini var: Sığınmacılar ülkeye düzensiz girmemeli, devlet bununla başa çıkamıyor ve bu konudaki sorumluluk başkasına ait. 

Bu hükümetler sığınma ve insan hakları konusunda şu hukuki standartları da yine birbirine benzeyen ve neredeyse sloganlaştırılmış şekillerde yanlış yorumlama eğilimi sergiliyor: Bu bağlamda sık sık, AB’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma’nın (TFEU) kamu düzeninin muhafazasına ilişkin 72. maddesine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) toplu sınırdışı işlemleri hakkındaki N.D. & N.T./İspanya kararına ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka olağanüstü hallerde birtakım hakların askıya alınmasına ilişkin 15. maddesine işaret ediyor. 

Coğrafi konuma, gelen insan sayısına ve bu insanların nereden geldiğine bakılmaksızın Avrupalı devletler hemencecik bu kaynaklara başvuruveriyor. Polonya, Litvanya ve Letonya sığınma işlemlerini askıya almak için gerekçe olarak gösterilen eylemlerin sahibi Belarus’u “hasım” üçüncü ülke sayarken, Yunanistan Libya’dan yahut Almanya AB komşularından gelen sığınmacılar bakımından belirli bir aktörün adını anmıyor. 

Avrupa’daki hükümetlerce benimsenen söylemler, 1951 tarihli Mülteci Sözleşmesi’nin kaleme alınışından bu yana devletlerce kabul edilen ve bağlayıcılığı bulunan mülteci ve insan hakları korumasına dair evrensel ilkeleri çarpıtıp saptırıyor. Mülteciler, güvenliğe ulaşmak için kullanabilecekleri geçerli ve düzenli yollar bulunmadığından, düzensiz giriş yaparak cezalandırılmaktan korunuyor. 

Mültecilerin çoğu Avrupa dışında, ekonomik kaynakları sınırlı ve koruma sistemleri zaten sorunlu olan ülkelerde kalıyor; bu ülkeler, AB’nin mülteci konusunda sürekli sergilediği sorumluluktan kaçma tavrı karşısında haliyle isteksiz davranıp işbirliğine pek yanaşmıyor. Dar tanımlı iç siyasi önceliklerin AB dış politikasının önüne geçtiği bir ortamda ve Avrupa Mülteci ve Sürgünler Konseyi’nin (ECRE) ifadesiyle “AB’yi işbirliği yaparak ya da yapmayarak köşeye sıkıştırabilecek ülkelerin” yarattığı sıkışık bağlamda “tasarlanan göç”ün bir dış politika aracı olarak kullanılması ne yeni ne de öngörülemez bir durum. 

Artık şu gerçeğin kabul edilmesi lazım: Avrupa ülkeleri mülteci gelişlerinin süreceğini öngörmek ve buna cevap verebilmek için düzgün işleyen, yeterli kaynakla donatılmış iltica sistemleri oluşturmak durumunda. 

Mülteci korumasının –olması gereken– temel ilkelerinden uzaklaşıp, meseleyi “kriz”, “araçsallaştırma” “hibrit saldırı” veya “silah gibi kullanma” gibi terimlerle tanımlayan bu “söylemsel sertleşme” ne doğrulanmış verilerle, ne de hukuk prensibiyle bağdaşıyor. 

AB dışındaki ülkelerle ilişkilerde istikrarı ve işbirliğini zedeliyor. Ayrıca, standartları bulanıklaştırarak ve bu standartlardan sapılmasına ilişkin muğlak ve iç içe geçmiş nitelikteki istisnaları çoğaltarak, aslında açık ve net bir şekilde çizilmiş bulunan kuralları gitgide aşındırıyor. Yeni Göç ve Sığınma Paktı’nın kabulü sonrasında yasama görevini üstlenen Avrupa Birliği Konseyi'nde yer alan ulusal hükümetlerce şekillendirilen Ortak Avrupa Sığınma Sisteminin yasal çerçevesinde bu yaklaşımın etkilerini çarpıcı biçimde görüyoruz. AB hukuku artık özel bir Kriz Tüzüğü içeriyor: Bu mevzuat üye devletlere, yeterince net bir şekilde tanımlanmamış koşullar altında AB sığınma kurallarının askıya alınabileceği geniş bir imkan sunuyor. 2020’de Yunanistan, 2021’de Polonya, Litvanya ve Letonya tarafından başvurulan “kriz”, “araçsallaştırma” ve “mücbir sebep” gibi kavramlara hukuki zemin kazandırıyor. 

Üstelik Kriz Tüzüğü bu işin sadece bir parçası. Yeni Göç ve Sığınma Paktı kapsamında getirilen çeşitli düzenlemeler, Avrupa sığınma sistemlerinin “olağan” koşulları dışında kalan ve yerleşik standartların askıya alınmasına yol açabilecek en az 10 farklı koşul içeriyor. Bu da ister istemez istisna rejimlerinin iç içe geçip birbirine karışmasına yol açarak, sorumlu mercilerin kuralları izleme ve uygulama konusunda etkinliğine gölge düşürüyor. 

Uygulamadaki eksiklikler yoluyla kurallar aşındırılıyor

Standartlar, bizzat bunların uygulanmasından sorumlu olan kurumlar tarafından yok sayıldığında da zayıflar. AB kurallarını çiğneyen hükümetler genellikle kendi kurumları dışında çıkan seslere kulak tıkayıp, AB Komisyonu dışındaki ulusal ya da uluslararası denetim organlarının eleştirilerini göz ardı etme eğiliminde. 

Ne var ki, Avrupa Komisyonu da hem Yunanistan’daki son iltica yasağını eleştirmekten kaçındı; hem de Libya’dan gelen sığınmacıların “istisnai bir durum” teşkil ettiği varsayımında Yunan hükümetinin yanında durdu. Komisyonun yasağa açıkça karşı çıkmaması Yunan hükümeti tarafından bu politikaya örtük biçimde destek veya en azından zımni bir icazet verildiği şeklinde yorumlanmış görünüyor. Komisyonun Göç İdaresi Görev Gücünü beş yıl boyunca Yunanistan’da bulundurarak verdiği operasyonel destek de bu algıyı pekiştirdi. Polonya gibi başka iltica yasağı örneklerinde de Komisyon tarafından benzer bir tutum sergilendiğini görüyoruz. Oysa aynı komisyon, geçmişte Macaristan söz konusu olduğunda hızla ihlal prosedürü başlatarak yargı yoluna gitmiş ve ABAD’dan sert mahkumiyet kararları çıkmasını sağlamıştı (C-808/18 sayılı Komisyon/Macaristan kararı, 17 Aralık 2020; C-823/21 sayılı Komisyon/Macaristan kararı, 22 Haziran 2023). 

Operasyonel destek sunarak ihlallere zımnen icazet verilmesi başkaca AB kurumlarına da sirayet etmiş durumda. Yunanistan’daki alıkoyma merkezlerinde görevli Frontex tercümanları şu anda, hukuka aykırı ve uygulanamaz nitelikteki sınırdışı kararlarını, sığınma başvurusuna erişimi engellenerek Sudan, Yemen ya da Libya’ya iadelerine karar verilen mültecilere tebliğ etmek konusunda devlet yetkililerine yardım ediyor.

AB’deki icra kurumlarının ataleti dolayısıyla, iltica yasaklarına karşı çıkmak büyük oranda, yargıya taşınan bireysel davaları karara bağlayacak olan mahkemelere kalıyor. Ne var ki yargı yolu esaslı kısıtlılıklar içeriyor. Birincisi, temel mülteci koruma standartlarını çiğnemek isteyen hükümetler genellikle, ihlalden etkilenen kişilerin adalete erişimi için –hiç değilse bile– pek az olanak sunuyor. Örneğin Yunanistan, 10 yıldır AB’nin tavsiyelerini ve kendi üzerine düşen yükümlülükleri açıkça yok sayarak, sınırdışı amacıyla alıkoyduğu binlerce kişiye ne dil, ne de hukuk alanında yardım sağlıyor. Son sığınma yasağı kapsamında alıkonulan kişiler de buna dahil. 

İkincisi, hukukun üstünlüğü prensibinin genel anlamda aşındığı ülkeler başta olmak üzere, ulusal mahkemeler hükümet politikalarını sorgulamak konusunda pek istekli davranmayabiliyor. 2020 yılında uygulanan iltica yasağının ardından Yunan mahkemeleri, hükümetin Türkiye kaynaklı “asimetrik tehdit” söylemini birebir benimseyerek, sığınma hakkı reddedilen kişilere yönelik gözaltı kararlarını adeta otomatikman onaylamıştı. 

Üçüncüsü, durumun Avrupa mahkemeleri tarafından telafisi zaman alıyor. İstisnai durumlarda telafisi imkansız zararları önlemek için ihtiyati tedbirlere başvurabilse de, AİHM’nin bir davayı karara bağlaması ekseriyetle yıllar sürüyor. ABAD huzurundaki davalar ise büyük oranda ulusal mahkemelerin yaptığı ön karar başvuruları (Litvanya sığınma yasağında olduğu gibi) veya komisyonun başlattığı ihlal prosedürleri (şimdiye dek yalnızca Macaristan aleyhinde yapıldı) yoluyla yargıya taşınıyor. 

Dördüncüsü, mahkeme kararlarına uyulması, yargı alanını aşan siyasi bir mesele oluşturuyor. AB’nin sığınma standartlarını ihlal ettiği mahkemelerce saptanmış olan hükümetlerin bu yargı kararlarına uymayı açıktan reddederek hukuka aykırı politikalarını sürdürdüğü durumlar mevcut. Almanya bunun yakın tarihli bir örneğini oluşturuyor. Bu konuda da Avrupa Komisyonu'nun, örneğin Yunanistan’ın AİHM kararlarına uymasını ilgilendiren dosyalarda olduğu gibi bu yönde açık bir talep bulunduğu durumlarda dahi, devletlerin mahkeme kararlarını uygulamaması meselesini, hukukun üstünlüğünü ilgilendiren bir mesele olarak ele alıp anlamlı bir şekilde incelemediğine şahit oluyoruz. 

Önemle belirtmek gerekir ki, yargı kararlarına uymama pratiği, yargının hükümet hedefleriyle örtüşmeyen her türlü tasarrufunu sınırlandırma ve itibarsızlaştırma gayretiyle bir bütün olarak mahkemelere meydan okunmasına ve yargıyla mücadeleye girilmesine kapı aralayabilir—ki nitekim fiiliyatta yaşanan da budur. Göç davalarında AİHM’nin benimsediği yaklaşıma ilişkin olarak, sığınmacıların geri çevrilmesi ve iltica başvurusuna erişimin askıya alınması ile ilgili insan hakları ihlallerini konu edinen emsal AİHM kararlarının eşikte olduğu ülkeleri (Polonya, Letonya, Litvanya) de içeren dokuz Avrupa ülkesi tarafından yakın zamanda yapılan “yeni ve açık fikirli bir tartışma” çağrısı da bu durumu çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. 

AB genelinde hükümetlerce uygulanan sığınma yasakları, siyasal kurumların en temel sorumluluklarına bağlı kalmaması halinde, en açık, en köklü ve bedeli en ağır şekilde ödenerek getirilmiş prensiplerin bile alaşağı edilme riskiyle karşı karşıya olduğumuzu acı biçimde ortaya koyuyor. Bu prensiplerin korunması şart ve AB, bu ilkelere uyulmaması halinde hesap sorulmasını sağlamak zorunda.


Bu makale ilk olarak burada yayınlandı.